Edebiyatımızda Hikâye
Dede
Korkut:
Deli Dumrul
Evliya
Çelebi:
Garibe-i Hilkat
Ahmet
Mithat:
İstanbul’da Donkişot
Ahmet
Rasim:
Okula Başlıyorum
Okulda İlk Günler
Şamar
Hüseyin Rahmi Gürpınar:
Nasıl Öldürdüler?
Halit
Ziya Uşaklıgil:
Altın Nine
Ahmet
Hikmet Müftüoğlu:
Bir Damla Kan
Memduh
Şevket Esendal:
Eşek
Ömer
Seyfettin:
Falaka
Halide
Edip Adıvar:
Kabak Çekirdekçi
Halikarnas Balıkçısı:
Dönmeyen
Refik
Halit Karay:
Eskici
Reşat
Nuri Güntekin:
Kirazlar
Yakup
Kadri Karaosmanoğlu:
Ses Duyan Kız
Ruşen
Eşref Ünaydın:
Oyuncakçı Affan Efendi
Sait
Faik Abasıyanık:
Stelyanos Hrisopulos Gemisi
Sabahattin Ali:
Arabalar Beş Kuruşa
İlhan
Tarus:
Çocukluğumuz
Cevdet
Kudret:
Süleyman
Kemal
Bilbaşar:
Kaymaklı Tavukgöğsü
Orhan
Kemal:
Çikolata
Fikret
Ürgüp:
Yolculuk
Haldun
Taner:
Atatürk Galatasaray’da
Samim
Kocagöz:
Beyaz Güvercin
Aziz
Nesin:
Üç Meleğin Anası
Fikret
Arıt:
Toraman
Tarık
Buğra:
Oğlumuz
Kerim
Korcan:
Capon
Mehmet
Seyda:
Amca Evi
Necati
Cumalı:
Benim Kalbim
Vüs’at
O. Bener:
Havva
Yaşar
Kemal:
Yatak
Oktay
Akbal:
Bizans Definesi
Naim
Tirali:
Bisiklet
Nezihe
Meriç:
Susuz IX
Talip
Apaydın:
Hırsız
Hakkı
Özkan:
Masal
Şükran
Kurdakul:
Cicibaba
Cengiz
Yörük:
Çocuktan Korkan Efe
Muzaffer Buyrukçu:
Sisli Baklalar
Fakir
Baykurt:
Babamın İşi
Tarık
Dursun K.:
Anneciğini Hatırladıkça Bak
Ayhan
Bozfırat:
Haydi Anlat Anneciğim
Tahsin
Yücel:
Önü
Bekir
Yıldız:
Son Kuş
Adnan
Özyalçıner:
Bodrumdaki Hazine
Erdal
Öz:
Çocuk
Füruzan:
Parasız Yatılı
Behiç
Duygulu:
Baba - Kız
İsmail
Gümüş:
Ateş Böcekleri ve Mico
Necati
Tosuner:
Ağabeyi
Selim
İleri:
Müsamere
Necati
Güngör:
Bir Avuç Kuru Üzüm
Yazarlar
Sözlüğü
EDEBİYATIMIZDA HİKÂYE
Hikâye
nedir, ne değildir?
İster
hikâye deyin adına, isterseniz öykü; ama bir biçimde onu
tanımlamak gereğini duyarsınız, öyle değil mi ? Yani, hikâye nedir
sorusunun yanıtını vermek gerekir.
Bazı
şeylerin tanımını kesin sözcüklerle yapmak oldukça güçtür. Bana sorarsanız
“hikâye” de onlardan biri. Bunca yılın yazarı olarak, ne karşılaştığım
tanımlar bana doyurucu geldi; ne de ben kesin bir tanım getirebildim. Ama
hikâyenin ne olmadığını sorarsanız size birçok şey anlatabilirim. Bizlere,
okul sıralarında şöyle öğretilmişti:
“Olmuş ya
da olabilir olayları gerçekçi bir biçimde anlatan metinlere hikâye
denilir.”
Gerçekten
bu mudur hikâyenin tam tanımı? Hiç sanmıyorum. Franz Kafka, Gregor Samsa
adındaki kahramanının, bir sabah uyandığında kendini kocaman bir
hamamböceği olarak gördüğünü yazmıştır sözgelimi. Gregor Samsa bir insan.
İnsan hiç hamamböceği olur mu? Ne böyle bir olay olmuştur, ne de olması
mümkündür…Demek ki bizlere öğretilen tanımda bir yanlışlık vardı.
Hikâye
yazan kimse, illa ki bir gerçeği anlatmak durumunda mıdır? Hayır.
Anlatılan şey gerçek olabileceği gibi, gerçeküstü de olabilir. Kafka
örneğinde olduğu gibi. Yaşanmış bir olayı da anlatabilir, hiç yaşanmamış,
ya da yaşanması mümkün olmayan bir olayı da. Yazar anlattığı konuyu
kafasında geliştirip kâğıda döker genellikle. Mutlaka bir gerçeğe
dayanması da gerekmez hikâyenin. Bir anısından da yola çıkabilir yazar,
çevresinde gözlemlediği birtakım durumları da konu edinebilir.
Şöyle
diyebilir miyiz ?
Hikâyeci
ne anlatırsa anlatsın, konu ve izlek (tema) olarak neyi
seçmiş olursa olsun, inandırıcı
olmak durumundadır. Okur, yazardan içtenlik bekler. İçtenlikli
yazar, inandırıcıdır. Hikâyenin birinci kuralı belki bu olmalı :
İnandırıcılık.
Hikâyenin
bir konusu olması koşulu da yoktur. Ama söyleyecek bir sözü olmalı
yazarın. Bir yazar, hikâyeye başlamadan önce şu iki sorunun yanıtını kendi
içinde yanıtlamış olmalıdır: 1. Ne söyleyeceğim? 2. Nasıl söyleyeceğim?
Yazar, o
güne dek başkalarının anlattığı konuları yineliyorsa,
özgün bir şey söylemiyor demektir… Anlattığını, kendinden önceki
yazarlar gibi anlatıyorsa, yine
hikâyesi özgün olmaktan yoksun kalır.
Kısacası
şöyle diyebiliriz: Kimsenin anlatmadığı konuları, kimsenin söylemediği
biçimde kaleme almak gerekir; yani özgün olmak gerekir.
Hikâye,
onu yazan kişinin dünyaya bakışını yansıtır; yazarın, yaşamı
yorumlayışıdır. Olayları ve insanları anlatırken, görünenin altında saklı
olanı, ilk bakışta göremediğimiz bir şeyleri imliyor (işaret ediyor)
olabilir yazar. Ama hikâye, düşüncenin doğrudan anlatıldığı bir makale
değildir. Bazı düşüncelerin kabaca açıklandığı bir araç hiç değildir. İşte
size, hikâyenin ne olmadığı konusunda bir kural daha…
Gazete
yazarları da –ki onlara muharrir denilir- bir olayı, bir durumu, bir
insanın yaşam serüvenlerini hikâye gibi kaleme alırlar bazen…
Gazetecinin bu yaptığı iş, röportaj yazarlığıdır, hikâyecilik değil.
Röportajda yer, zaman ve kişiler somuttur genellikle. Hikâyeninse böyle
bir somutluğa gereksinimi yoktur. Yer, zaman, kişiler, olaylar ve durumlar
yazarın kurguladığı, kafasında kurduğu şeylerdir. Hikâye gerçeğin peşinde
değildir röportaj gibi; hele makale gibi bilimsellik iddiası hiç yoktur.
Ama bilimden ve gerçeklerden pekâlâ yararlanabilir.
Hikâyenin ne olup ne olmadığı
konusunda sanırım bir şeyler öğrendiniz.
Peki ya,
hikâyenin roman karşısındaki durumu nedir diye soracaksınız şimdi.
Hemen söyleyelim: Hikâye bir roman özeti değildir. Hikâye uzatılınca roman
olur, biçimindeki bir kanı, tümüyle yanlıştır. Hikâye,
roman
karşısında tümüyle bağımsız, kendine özgü bir türdür. Romanla ortak yanı,
ikisinin de edebi (yazınsal) bir tür olmasıdır. Hikâye, romana göre daha
yoğundur denilebilir. Bu, romanın yoğun olmadığı anlamına gelmez ama…
Hikâye uzun da olabilir kısa da… Bir sayfalık hikâye olabilir, onlarca
sayfa da olabilir. Yazarın anlatmak istediği şey, kaç sayfaya gereksinim
duyuyorsa o kadar olabilir. Öyleyse, hikâye sayfa sayısıyla sınırlı
değildir roman karşısında, diyebiliriz.
Edebiyatımızda hikâye ne zaman, kimlerle başladı?
Halk
arasında her zaman birtakım hikâyeler anlatılagelmiştir. Aşk hikâyeleri,
kahramanlık ya da cenk hikâyeleri… Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre,
Battal Gâzi, Heyber Kalesi Cengi, Kan Kalesi Cengi gibi. Ama bunlar
dilden dile, kulaktan kulağa aktarılagelen hikâyeler. Yazılı kültürün
ürünleri değil. Dede Korkut destanları da öyle, sözlü edebiyat
geleneğinin ürünleri. Bilinmeyen bir yazar tarafından, on beşinci yüzyılın
sonlarına doğru kaleme alınmış.
Hikâye,
Tanzimatla birlikte edebiyatımıza girmeye başlamıştır. Önce çeviri
hikâyeler yayımlandı; ardından çevrilip yayımlanan o hikâyelere benzer
örnekler kaleme alınmaya başlandı. Buradan özgün hikâye yazarlığına doğru
yol alındı.
İlk
hikâyelerde, topluluk önünde anlatılan geleneksel meddah hikâyelerinin
etkisi görülüyordu. Örneğin Ahmet Mithat Efendi’nin “Letâif-i Rivâyât”
ile Emin Nihat’ın “Müsameretnâme”adı altında yayımladıkları
hikâyeler bu özelliktedir.
Hikâyecilerin kimileri halka seslenmeyi yeğlerken, kimileri de aydın
kesiminden okurlara seslenmeyi seçmişlerdi. Bunun sonucu olarak halka
seslenenler yalın bir dille yazma, aydınları hedef alanlarsa yabancı
dillerden alınmış sözcüklerle süsleme yoluna gitmişlerdir. Yazılan
hikâyelerde, Batı edebiyatında görülen birtakım akımların etkisini
saptamak da mümkündür: Romantizm, realizm, natüralizm gibi. Sözgelimi
Ahmet Mithat, Emin Nihat, Şemsettin Sami romantizmden etkilenmişlerdir;
buna karşılık Samipaşazade Sezai gerçekçilik (realizm) akımını
benimsemiştir. Nabizade Nâzım ise Batının natüralist yazarları gibi yazmak
istemiştir.
Bu türden
etkilenmeler elbette doğal ve kaçınılmazdı. Daha sonraki dönemlerde de söz
konusu akımların etkisinin sürdüğünü
görüyoruz. Ancak zamanla Batı edebiyatından yalnızca teknik olarak
yararlanılmış, seçilen konuların “yerli” olmasına dikkat edilmiştir.
Özellikle halktan insanların yaşamı, sorunları hikâyelere konu olmuştur.
Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Cahit gibi yazarların hikâyelerinde halk
arasından seçilmiş tiplere bolca rastlarız. Buna karşılık halkın sade
dilinden uzaklaşıldığı görülür.
Hikâyede
çağdaşlaşma döneminin önemli kalemleri arasında Halit Ziya Uşaklıgil,
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay öne
çıkan adlardır.
Ömer
Seyfettin bu dönemde başlı başına bir kilometre taşıdır. Onun yetişmeye
başladığı dönemde, yine Batıda doğup Osmanlı
toplumunu da etkisi altına alan
ulusçuluk (milliyetçilik) akımına tanık oluyoruz. Bu düşünce
akımının sonucu olarak, bazı aydın kimseler, devletin, Türk halkına
dayanması görüşüne varmışlardı. Dolayısıyla Türk halkına doğru bir yönelim
baş gösterdi. Kimi aydınlar bu yönelişi aşırıya vardırıp, Orta Asya
Türklerini de kapsayacak biçimde bir ulusçuluk akımına kendilerini
kaptırdılar. (Turancılık)
Ancak bu ulus olma bilinci edebiyatta olumlu yönelimlere
neden oldu diyebiliriz. Türk halkına, halk kültürüne, halkın diline
yönelim, edebiyatta sadeleşme sürecinin başlamasını beraberinde getirdi.
Ulusal bir edebiyat akımı doğdu.
İşte bu
akıma öncülük edenlerin başında Ömer Seyfettin geliyordu. Halkın ve
ülkenin sorunlarını, gerçekçi boyutlarda, hikâye yoluyla yansıtan Ömer
Seyfettin’i öteki yazarlar da yalnız bırakmayacaktı: Yakup Kadri, Refik
Halit, Reşat Nuri, Halide Edip, Memduh Şevket, hep bu çizgide yer almış
yazarlardır. Özellikle, Ömer Seyfettin, Refik Halit ve Memduh Şevket,
hikâyenin bağımsız bir tür olarak gelişmesine ve sevilmesine yol açtılar.
Dilde yalınlığı seçtikleri için, hikâyeleri, geniş halk kitlesi içinde
ve kuşaklar boyunca okur buldu.
Cumhuriyet dönemi denilince, birdenbire başlayan yeni bir toplumsal
yaşayış biçimi akla gelmez elbette. Kökleri geçmişe uzanan bir dönemdir
bu. Yönetim biçimi, toplum yaşayışı, Batılı toplumlarınkine uyarlanmaya
çalışılırken, yüzlerce yıl öncesine uzanan düşünce ve davranış
alışkanlıkları sürüyordu bir yandan.
Geçiş
sürecinin yazarları, Cumhuriyet’in ilanından sonra kabul edilen Latin
abecesi (alfabesi) ile cumhuriyet ülküsünü savunma çabası içinde
göründüler. Kimlerdi bunlar? En başta Yakup Kadri, Halide Edip, Ruşen
Eşref, Reşat Nuri Güntekin sayılabilir. Memduh Şevket Esendal, F.
Celalettin, Halikarnas Balıkçısı, Sadri Ertem, Sait Faik, Sabahattin Ali,
Bekir Sıtkı Kunt, Abdülhak Şinasi Hisar, İlhan Tarus, Cevdet Kudret, Kenan
Hulusi, Samet Ağaoğlu… Cumhuriyet döneminin en önemli hikâye yazarlarıdır.
Kurtuluş Savaşı’nı yürütenlere “muhalif” olduğu için yurt dışına
gönderilip sonradan bağışlanan Refik Halit Karay’ı da bu kuşaktan ayrı
tutmamamız gerekir. Çünkü Cumhuriyet dönemi edebiyatının en önemli
hikâyeci ve romancılarından biridir.
Hikâye
yazanlar çoğaldıkça, hikâyelerin konusu da çeşitlenip zenginleşti.
Memleket gerçekleri yazılır oldu. Başka bir deyişle, bizim insanlarımızın
hikâyesi yazılmaya başlandı. Kentlisiyle, kasabalısıyla, köylüsüyle,
sıradan ve küçük insanlar hikâye kahramanı oldu. Yoksulluk, işsizlik,
hastane kapılarındaki çaresiz insanlarımız, hapishaneleri dolduran toplum
kurbanları, bir dönemlerin saygın adamları olarak görülen devlet
memurları, öğretmenler, okumak için çırpınan öğrenciler, gerçekçi bir
anlayışla ele alınıp işlendi. Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, Umran Nazif
Yiğiter, Samim Kocagöz, Necati Cumalı, Yaşar Kemal, Muzaffer
Hacıhasanoğlu, Haldun Taner, Tarık Buğra, Oktay Akbal, Naim Tirali, Zeyyat
Selimoğlu, Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç, Tahsin Yücel, Tarık Dursun K.,
Mehmet Seyda, Muzaffer Buyrukçu gibi önemli adlar, gerçekçi edebiyatın
gelişmesine katkıda bulundular.
Edebiyata
her yeni kuşak geldiğinde eski ustalarla yarışmak, onlara kendilerini
benimsetmek durumundadır. Ancak “yeni” olmak kolay elde edilir bir sıfat
değildir. Her yeni kuşağın kendi türünde gerçekten bir yenilik getirmesi
gerekir. Ellili yıllarda ortaya çıkan hikâyecilerde bu çaba kendini açıkça
belli eder: Dilde, anlatımda, içerikte, kendinden önceki kuşaklardan
farklı olma çabası.
Bir
değerlendirmeye göre de hikâyeciliğimize, önemli iki yazarın anlayış
çizgisi egemen olmuştur: Sait Faik ve Sabahattin Ali çizgileri. Sabahattin
Ali Anadolu insanının hikâyecisidir. Düşüncelerinden ötürü birkaç kez
yargılanmış, hapishanelerde yatmıştır. Dolayısıyla Anadolu insanını
yakından tanıma olanağı bulmuştur. Tanık olduğu, dinlediği dramatik, hatta
çoğu kez trajik olayları, insanımızın başına gelen acı serüvenleri
yazmıştır hikâyelerinde. Yaşadığı dönemin zor koşullarında ezilen
insanların olmamasını özlemiştir. Bu nedenle de yazdığı acı hikâyelerle,
devlete karşı olduğu varsayılmıştır. Kendi yaşamının da, tıpkı
hikâyelerinde anlattığı halktan insanlarınki gibi trajik bir sonla
noktalanması bir rastlantı değildir.
Sait Faik
ise, acı gerçeklerin değil, sevilesi iyi insanın peşine
düşmüştür bir hikâyeci olarak.
İstanbul’dan, Adapazarı’ndan, Bursa’dan tanıdığı küçük insanların,
hayatını emeğiyle kazananların, azınlıkların, balıkçıların, çocukların, o
basit dünyaları içinde kâh mutlu, kâh hüzünlü olan kimselerin yaşam
serüvenlerinden kesitler kaleme almış; bunu yaparken de yazar olarak
düşgücünden yararlanmıştır. O, kuralları önceden belirlenmiş, başı sonu
belli bir hikâyenin ardına düşmemiş; adeta içinden geldiği gibi, okuruyla
söyleşircesine, şiirsel bir hava yaratarak kaleme almıştır hikâyelerini.
Yaşadığı dönemin İstanbul’una, bu kent insanlarının yaşamına tanıklık
etmiştir. Onun hikâyelerinde yaşanılası sadelikte, ama bir uçtan
değişmekte olan bir İstanbul buluruz.
Sabahattin Ali’nin de, Sait Faik’in de, kendilerinden sonra gelen hikâyeci
kuşaklarını önemli ölçüde etkiledikleri doğrudur.
Elinizdeki hikâye antolojisi (siz isterseniz seçki deyiniz buna)
hazırlanırken, yukarıda çok özet biçimde anlattığımız gelişme çizgisi göz
önüne alındı. Aslında gelmiş geçmiş hikâyecilerin tümü elli yazardan
oluşuyor değil elbette. Ancak biz kitaplaştırma olanaklarını da göz ardı
etmeden, öne çıkmış adlardan örnekler vermeye çalıştık. Sonuç olarak, elli
üç yazardan elli üç hikâye seçtik.
Hikâyeleri okurken göreceksiniz, kahramanlar hep çocuk.
Ancak bunlar, yalnızca çocuklar okusun diye kaleme alınmış değil. Büyük
küçük, herkes için yazılmış. Başka deyişle söyleyelim: Bunlar çocukları
anlatan hikâyeler, evet, ama çocukları çocuk yerine koyan hikâyeler olduğu
söylenemez.
Yazarlar doğum sırasına göre sıralandı. Böylece kuşaklar boyunca yetişmiş
yazarların ürünlerini okurken, hikâyemizin gelişme ve değişme çizgisini de
yakalayacağınızı umuyoruz.